Basından / Törenlerden

2005

Behçet Necatigil Sempozyumu: Asfalt Ovalarda Yürüyen Abdal: Behçet Necatigil

Behçet Necatigil Sempozyumu: "Asfalt Ovalarda Yürüyen Abdal: Behçet Necatigil"

27 Nisan 2005 Çarşamba 
C Blok Amfi 
Saat: 10:00 – 19:30 

Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi, 1979 yılında kaybettiğimiz büyük şair Behçet Necatigil'in yapıtlarını değerlendirmek amacıyla 27 Nisan 2005 Çarşamba günü kapsamlı bir etkinlik düzenleyecek. Sempozyumda bilimsel bildirilerin yanı sıra Necatigil Şiir Ödülü törenine, anma konuşmalarına ve şairin şiirlerine yer verilecek. 

Saat 10:00'daki açış konuşmasının ardından başlayacak olan birinci oturumda Mehmet Kalpaklı, Orhan Tekelioğlu, Rahim Tarım ve Gökhan Tunç bildiriler sunacaklar. Öğleden sonra saat 13:30'da başlayacak olan ikinci oturumda Laurent Mignon, Alphan Akgül, Emre Zeytinoğlu ve Şehnaz Şişmanoğlu konuşma yapacaklar. Üçüncü oturumun konuşmacıları ise Hilmi Yavuz, Sabit Kemal Bayıldıran, Can Bahadır Yüce ve Mahmut Temizyürek. 

Behçet Necatigil Sempozyumu: Asfalt Ovalarda Yürüyen Abdal: Behçet Necatigil

Oturumlara Süha Oğuzertem, Nuran Tezcan ve Öcal Oğuz başkanlık edecek. Etkinlik, saat 18:00'de bu yılki Necatigil Şiir Ödülü'nün sahibine verilmesi ile sürecek. Ödül töreninin ardından sempozyum, Behçet Necatigil'in öğrencilerinden Hasan Pulur, Hikmet Sami Türk ve Hilmi Yavuz'un katılacağı bir panel ile devam edecek. Herkese açık olan etkinlik, Necatigil'den şiirlerin seslendirilmesiyle sona erecek.

Behçet Necatigil Sempozyumu: Asfalt Ovalarda Yürüyen Abdal: Behçet Necatigil

NECATİGİL ÖDÜLLERİ TARIMAN ve KURTULUŞ’a

Behçet Necatigil Şiir Ödülü'nü bu yıl, 'Herkes Gitmiş' adlı kitabıyla Akif Kurtuluş ve 'Yol İnsanları' adlı kitabıyla Betül Tarıman paylaştı. Ödül töreni 27 Nisan'da...

Şair Behçet Necatigil adına ailesi tarafından düzenlenen Necatigil Şiir Ödülü sahiplerini buldu. 2005 Necatigil Şiir Ödülü'ne bu yıl 2 şair değer görüldü. Adam Yayıncılık'tan çıkan "Herkes Gitmiş" adlı kitabıyla Akif Kurtuluş ve Can Yayınları'ndan çıkan "Yol İnsanları" adlı kitabıyla Betül Tarıman, ödülü paylaştılar.

Behçet Necatigil'in şiire verdiği önemi, şairin ölümünden sonra da sürdürmeyi amaçlayan ailesi, her yıl Necatigil Şiir Ödülü yarışmasını düzenliyor. Behçet Necatigil, 1979'da aramızdan ayrılmıştı. İlkine İlhan Berk'in değer görüldüğü Necatigil Şiir Ödülü ise, 1980'den bu yana veriliyor.

Etkinlik 27 Nisan'da Füsun Akatlı, Prof. Cevat Çapan, Mehmet H. Doğan, Haydar Ergülen, Doğan Hızlan, Hilmi Yavuz ve Prof. Tahsin Yücel'den oluşan seçici kurul, bu yılki Necatigil Şiir Ödülü'nü Akif Kurtuluş ve Betül Tarıman'ın dosyalarına verdi. Kurtuluş ve Tarıman, ödüllerini, şairin ölümünün 25. yılı dolayısıyla Bilkent Üniversitesi'nde düzenlenecek bir etkinlikle alacak. Etkinlik, 27 Nisan 2005 tarihinde gerçekleştirilecek.

Betül Tarıman, daha önce yayımlanan "Kardan Harfler" dosyasıyla 2000 Orhan Murat Arıburnu Şiir Ödülü'ne de değer görülmüştü; şairin, 2002 yılında Can Yayınları'ndan "Güle Gece Yorumları" adlı kitabı yayımlandı. 1980 sonrası Türk şiirinin temsilcilerinden Akif Kurtuluş'un ise, yayımlanmış üç şiir kitabı bulunuyor. Ödüle değer görülen dosyası "Herkes Gitmiş", geçtiğimiz ay Adam Yayınları'ndan çıktı. Akif Kurtuluş, 25 yıldır hiçbir yarışmaya katılmadığını belirtiyor ve şöyle devam ediyor: "Behçet Necatigil benim çok sevdiğim ve çok şey öğrendiğim bir şair olmasının ötesinde, Türkçe şiirin en zengin damarlarından bir tanesi. Ödüllere alışık olmadığımdan, böyle bir ödülle karşı karşıya gelmek beni biraz şaşırttı. Dosyamı yarışmaya yayınevi gönderdi, ama bunun irademin dışında gerçekleştiğini de söyleyemem. Ayrıca, Necatigil olması belki beni biraz daha rahatlatıyor."

 

Milliyet, 14 Nisan 2005

Akif Kurtuluş’un törende yaptığı konuşma

“1970 yılında, “ne tür şairleri seviyorsunuz” sorusuna verdiği cevapta Necatigil, yayımlanmış 10 kitabı olan bir şair olarak şöyle der: “Şiir kontrol hapı alanları severim”. 25 yıllık şiir macerama üç kitap ve artısıyla toplasanız 100 sayısını geçmeyecek kadar şiiri “ancak” yerleştirebilmiş birisiyim.  Benim sevgili ustam, adının, 25 yıl sonra böyle bir şairle anıldığını görseydi ne derdi acaba? “Bu çocuk da benim bir tavsiyemi çok ciddiye almış”, der miydi? Ama ben, “hak’katen”, Behçet Necatigil’i, şiiriyle tanıştığım ilk günden beri çok ciddiye aldım. (…) Yakın dostları, ölümünden sonra odasında yüzlerce "terk" ettiği şiirleri bulmuşlar. Şiire saygıyı bana, yayımladıklarının üç katını yazmış bu şair öğretti. 25 yıl boyunca, şiire vefasızlık ettiğim olmuştur ama, saygısızlık yapmadım. Eksiğim varsa -ki var-, Türkçe şiirin bu büyük ustasının, belki tembel bir öğrencisi olmamla ilgilidir. Ben, onun öğrencisi olmaya çalıştım ama o, her büyük şair gibi, hiç öğretmen olmadı. Zaten, şiire öğrenci olmak isteyene kapısı bu kadar açık, başka bir usta da görmedim.

Behçet Necatigil’in üzerimdeki etkisinden madem söz ediyorum, peki, bundan daha büyük bir "etki" olabilir mi? (…) Behçet Necatigil’in aldığı ödül veya ödülleri hatırlayanların sayısı, onun şiiriyle yaşayanların sayısından her zaman daha az olmuştur. Hem de çok az. Zaten, şiirle ahbap olmak, Behçet Necatigil şiiriyle dostluk kurmak, şiirimizin bu büyük ustasıyla yarenlik edebilmek, böyle bir şeydir. Aldığı ödüllerin çok üzerinde, çok uzağında, çok üstünde bir şairi sevmek duygusunu paylaştım sizinle. Asıl kıskandığım şey de bu duygudur. Ben belki de arkasında, hatta altında kalacağım. Ama hiçbir şiir ödülü, şiirin önünde değildir. Hem sonra, bir şairin, şiirinden başka öne süreceği hiçbir şey yoktur.” 

'Aynı yoldan geri dönüşlerin farklılığıdır yaşam’

Bu yıl Behçet Necatigil Şiir Ödülü'nü Akif Kurtuluş ile birlikte Betül Tarıman kazandı! Tarıman ile ödülün anlamı, günümüz şiiri, yeni yetenekler ve ödüle layık görülen Yol İnsanları adlı kitabı üzerine kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifli okumalar.

Erdem ÖZTOP- Murat İLHAN

Erdem Öztop: - Sevgili Betül Tarıman, 2004'te Can Yayınları tarafından yayımlanan 'Yol İnsanları' isimli kitabınızla Behçet Necatigil Şiir Ödülü'nü bu yıl Akif Kurtuluş ile paylaştınız! İlk olarak böylesine büyük bir ödüle layık görüldüğünüz için ne(ler) düşünüyorsunuz?

Türk şiirinin gelişimine katkısı olmuş, Türkçenin geniş olanaklarından yararlanarak şiirini yazmış bir dil ustası Necatigil. O, sadece şiir yazmamış, edebiyatın pek çok dalında (deneme, çeviri, radyo oyunları...) ürünler de vermiş bir şair. Bireyselden yola çıkarak toplumsala ulaşmış; büyük bir kentte yaşayan orta halli insanın, bireysel ve sosyal sıkıntılarını, aşklarını, özlemlerini, beklentilerini, felsefi ve sosyal konulara bakış açılarını çeşitli boyutlarıyla ele almış, bireyselden yola çıkarak toplumsala ulaşmıştır. Bu nedenle Necatigil gibi büyük bir usta adına düzenlenmiş bir yarışmada ödül almaktan onur duyuyorum.

E.Ö: - Şair Behçet Necatigil adına ailesinin düzenlediği ödülün amacı, şu şekilde açıklanıyor: "Şiir Behçet Necatigil'in yaşamında çok büyük bir yer tutuyordu, belki de onun için en önemli olguydu. Necatigil Şiir Ödülü'nün oluşturulmasındaki ana düşünce, onun şiire verdiği önemi, ölümünden sonra da onun adına sürdürmek isteği oldu. Ayrıca Necatigil'in adı, ardında bıraktığı yapıtların yanı sıra bu ödülle de yaşatılmak istendi." Ne dersiniz?

Behçet Necatigil, yaşamı boyunca herhangi bir edebi hareket, topluluk ve akıma katılmamış, bağımsız bir şair olarak kalmışsa da kendinden önceki edebi hareket ve anlayışlarla iletişim halinde olmuştur. O, şiirinde slogana yaslanmamış, militanca bir üslup da kullanmamıştır. 'Sosyal konulara değinen şiirlerinde ise sosyal olguları belli bir ideolojinin sınıf temeline dayalı terim ve tanımlamalarına bağlı olarak algılamıştır.' İnsanı, çeşitli yönleri ile ele alan Necatigil, kendine özgü bir dünya çizmiş ve bu dünyada ev, aile mutluluğuna da önem vermiştir. Eşine, çocuklarına özel bir önem veren Behçet Necatigil için yalnızlık önemlidir. O, kalabalıklar içinde bile olsa yalnız kalmayı tercih etmiş, yalnızlıkların şiirini yazmıştır. Tabii, bunda onun içe kapanık kişiliğinin etkisi büyüktür. Ev ve aile şiirlerini en çok Tevfik Fikret ve Ziya Osman Saba'dan etkilenmeler sonucu yazan Behçet Necatigil için evler farklı bir anlam taşır. Evlerin o tuhaf kokusu, yeni doğanları, ölenleri hep onun şiirine konuk olmuş, yaşadığı evleri, bu evlerin çinko kaplı tahtaboşlarını, ağaçlıklı bahçeyi, Beşiktaş'ta oturduğu Setbaşı Sokağı ama her şeyi; insanları, gezindiği sokakları ve çocukluğuna ilişkin her şeyi şiirine konuk etmiş, içerden bir sesle, sessizce evlerin şiirini yazmıştır. Baba tarafından Kastamonulu olan Necatigil, hastalıklı, acılı bir çocukluk geçirmiştir. Onun karamsar olmasında, geçirmiş olduğu sıkıntılı çocukluk dönemi kadar toplumun yaşamış olduğu sıkıntıların da etkisi büyüktür. Öğretmenlik mesleğini de çok seven Behçet Necatigil, çoğu kez öğrencileri ile olan iletişimini ders dışı zamanlarda da sürdürmüş, sevdiği bir şiiri onlarla paylaşmaktan mutluluk duymuştur. Bu nedenle onun öğrencisi olmak bir ayrıcalıktır. Türk edebiyatı tarihinde daha çok şair kişiliği ile anılan, hiçbir edebi akım ve hareket içinde yer almayan Necatigil adına ailesinin bu yarışmayı düzenlemesi bu anlamda çok önemlidir. Bu nedenle ben edebiyat tarihimizi böyle büyük bir şaire sahip olduğu için şanslı sayıyorum.

E.Ö: - Fırsatını bulmuşken ve büyük bir ödülü almayı başardığınıza göre, bize kısaca günümüz şiiri hakkında değerlendirme yapabilir misiniz? 

Şimdi şuradan bakıldığında görünen epeyce karışık bir durum. Gün geçtikçe çoğalan edebiyat dergileri, bir o kadar da şair sayısında gözlemlenen artış... Fakat gerek merkezde gerekse Anadolu'da çıkan dergilere bakıldığında bu dergilerden çok azının nitelikli olduğu da görünen bir gerçek. Gerçi burada genç arkadaşları ve onların çıkarttıkları dergiler üzerindeki emeği de unutmamak gerek Kimi zaman çıkan bu edebiyat dergilerinde yayımlanan şiirlerinse hayatla olan bağlarının kopuk olduğu da söyleyeceklerim arasında. Şiirlerin içinden evler, sokaklar, kadınlar, çocuklar, trenler de geçmiyor. (Özellikle 90'lı yıllarda bu tip şiir yazıldı) İçinden evler, sokaklar, masalar geçen şiirlerin sayısı ise çok az. İşte, bu hayatla bağları kopuk şiir, kendi dili dışında yazan şairlerle tanış da değil. Şiir üzerine düşünen şairlerin sayısı da bir o kadar az. Pek çok şair kendinden önce kimlerin şiir yazdığını bilmiyor, bilmediği gibi onların şiir poetikalarının farkında bile değil. Fakat yine de her şeye rağmen bu coğrafyada güzel şiirler de yazılıyor. Bu da her şeye rağmen sevindirici bir durum. Metin Kaygalak, Mustafa Köz, Şeref Bilsel, Nilay Özer, Betül Dünder, Kemal Varol, İbrahim Tenekeci, Mehmet Can Doğan, Emel İrtem... Bunlar şimdilik adı aklıma gelen isimler. Tüm bunların yanı sıra edebiyat dünyasına uzaktan bakıldığında bir kargaşa, karmaşa ortamının hâkim olduğu da bir gerçek. Tabii bunda içinde bulunduğumuz ortamın etkileri de büyük. Buna sistemin getirdiği sıkıntılar da eklendiğinde problem daha da büyüyor. İşin içine iktidar olabilmek kaygıları, kafa kol ilişkileri, boy fotoğrafları giriyor. Tabii bu da istenilen bir durum değil. Yom dergisinde(Temmuz- Ağustos 2004 ) benimle yapılan bir söyleşide (konuyla ilintili olduğu için söylüyorum), söyleşiyi Enis Akın'ın şu dizeleri ile bitirmiştim. Belki de yine iyi bir cevap olacağını düşündüğüm için yine onun dizeleri ile bu soruyu noktalamak istiyorum: “ve şairler! Çağdaş çekirgeler! Durmadan / matahari'nin topuklu ayakkabılarını yalarken yalarken yakalıyoruz birbirimizi / yalarken yalarken matahari'nin topuklu topuklu ayakkabılarını / orda, cennetten çok uzakta, cehenneme yakın değil”

E.Ö: - Yeni yetenek genç şairlere, ne gibi tavsiyeler verebilirsiniz? 

Daha çok da okumak. Kendinden öncekileri ve şimdi yazanları, yazanları okumak diyebilirim öncelikle. Gelenekse benim için önemli. Gelenekten kopuk bir şiir düşünemiyorum. Ve şiirin Gülten Akın'ı, Yahya Kemal'i, Tanpınar'ı, Hilmi Yavuz'u, Cahit Külebi'yi, Uyar'ı, Edip Cansever'i, Cemal Süreya'yı, Nâzım Hikmet'i, Dıranas'ı, Asaf Halet Çelebi'yi, Oktay Rifat'ı, Haşim'i, Anday'ı bilmeden yazılmayacağını da. Az önce yukarıda da belirttiğim gibi günümüzde şiir pek çok genç arkadaşımızca kendisinden önce kimlerin neler yazmış olduğu bilinmeden ve onların poetikaları hakkında bilgi sahibi olmadan yazılıyor. Belki de Cemal Süreya'nın Şapkam Dolu Çiçekle, Gülten Akın'ın Şiiri Düzde Kuşatmak, Özdemir İnce'nin Tabula Rasa'sı okunmuş bile değil. Bilgi eksikliği, dünle bağları kopukluk birtakım sıkıntıların yaşanmasında etkili oluyor. Bu nedenle yazılan şiir bedensiz, ruhsuz ve içi boş bir şiir. İçinden hiçbir şey geçmeyen bu şiirler okunduğunda, akılda hiçbir şey kalmıyor. Oysa bugün, büyük şair sıfatıyla andığımız pek çok şair için bunları söylemek olası bile değil. Eğer büyük sıfatıyla anılmak isteniliyorsa yukarda söylediklerime ek olarak genç şairin, şair adaylarının yaşadıkları coğrafyayı, o coğrafyanın sıkıntılarını ve özellikle kendi ses ve renklerini şiire yansıtmalarını, bununla birlikte dil bilincine sahip olmaları gerektiğini de sözlerime ekleyebilirim. Çünkü şiir öyle kolayca yazılan bir şey olmadığı gibi işçilik gerektiren bir uğraştır da. Bu nedenle bu genç arkadaşların şiirin emek gerektiren bir şey olduğunu bilmeleri gerekiyor. Fakat ben yine de umutluyum. Umut kesmek, hayattan umut kesmek olur. İçinde yaşadığımız dönemin şair adayına olumsuz etkileri nedeniyle yazılan şiir belleksizleştirilmiş toplumun belleksiz şiiri olsa da; yeni, pırıl pırıl bir şiirin uçları da görülmekte bu coğrafyada. Kimi genç arkadaşlarımız edebiyat dergilerinde bunun güzel örneklerini vermektedirler.

Murat İlhan: - Ödül aldığınız 'Yol İnsanları' adlı kitabınızdan yola çıkarak, gelin biraz da şiirlerinizi konuşalım... Bir yerden iniş halinde bir 'yol' düşünün ki vardığı yer aslında zirve. Jonathan Swift'in Bir Süpürge Sopası Üzerine İrdeleme'sinden esinle, tepetaklak olmuş bir dünya ve onun zirvesine doğru ismin iniş halleri, kastettiğim. Ve 'insan' kelimesine bazı divan şiirlerinde olduğu gibi ama çok basit bir Belagat Matematiği yaklaşımı; zirveye doğru inişe geçmiş insanın, yolun iniş hallerinden bir insanlık haline geçişiyle 'in' erken gerçek 'san'dığı yanılsamalar; belki bu inişin bir düşüş, zirveden uzaklaşan bir devinim olduğu yanılgısı. Siz 'Yol İnsanları'nın şiiriyle zirve yolundasınız; başa taç edilmesi gereken değerlerin ayağa düştüğü, asıl ayağa düşmesi gerekenlerin taçlandırıldığı, başa taç edildiği, o tacı reddeden başlarınsa bir süpürge sopası kadar bile değerli görülmediği tepetaklak olmuş bir dünyada, sözde zirvedeki asıl süpürge sopalarının dünyayı kirletmekten başka bir işe yaramadığını görenlerden. Nereden yola çıkarak böyle bir giriş yaptığımın cevabı ikinci soruda ve şimdi soracağım soruyu da aslında daha kitabınızı okumadan, yalnızca adını duyduğumda sormuştum. Henüz kitabınızın yalnızca adını duyup benim gibi bu soruyu sormuş olanlar için anlatır mısınız; kimlerdir bu yol insanları, yol nereye gitmektedir, ve şu an yolun neresinde onlar?

Şimdiye kadar ben belki de tek bir şiirin izini sürdüm. Yazdığımsa tek bir şiir aslında. Üçüncü kitabım Kardan Harfler bir anne kitabıydı. O kitap, annelik duygusunu henüz yaşadığım süreçte yazılmıştı. (Buna anneye olan özlem de eklenebilir) Tabii yakın akrabalar, komşular ve şeyler dünyası da. Güle Gece Yorumları'nda ise mesellerin altını çizmiş kavramlar, eşyalar, ilişkiler üzerinde durmuştum. Tabii kadın sorunsalı da değerlendirilen bir durum olarak varlığını her kitapta sürdürdü. Dar bir dünya içine kıstırılmışlık, derin bir koridoru yürümekle yorgun kadınlar, aşksız odaları havalandırmışlıkları, susmakları örtündükleri hep... Ama yalnızlık duygusu hakimdi bu kitapta. Bahçedense duvarlar konuşuyordu, duvar değil de yastıktı terli olan. Dede, büyükanne, amca bir siluet ama hep vardılar. Çocukluk ise bir pencerenin ardından bakmaktaydı. Bu mutlu bir çocukluktu. Kimi kez tek katlı, bahçeli bir evi olan. Yol İnsanları adlı kitabım ise gittikçe küreselleşen dünya süreci içerisinde boğulmuş, yıpranmış, içinde çatışmalar yaşayan insanın şiiri. Ya da şöyle diyeyim derdi yetişmek olan bir kadının şiiri. Kitabın ilk şiiri yine içerden bir kadına Sibel'e ve öteki çocuğa söylenmiş. Yakın Arkadaş adlı şiir. Bu kadın kendini her anlamda ifade eden, ayakları fazlası ile yere basan bir kadın. Öteki çocuk da öyle. Fakat herkes öyle mi? Hayır. Ne ki kadın olmak, kadınlığa özgü sıkıntıları yaşamak ya da o sıkıntıları duyumsamak... Bu gerçekten de iç acıtıcı bir durum. Kendime yaptığım bu içsel yolculukta, yolculuğu ele alırken daha çok da kadınla erkek arasındaki o ezeli yalnızlığı, yabancılaşmayı ve ince kırgınlıkların altını çizmek istedim. Aşksa hep vardı ama uzak bir perdeden söylüyordu söyleyeceklerini. Ya da şöyle diyeyim; bir yalanı bağışlamak gibi bir şeydi bu. Buna bir yalana kanmışlık da denilebilir. Şehrin kuzeyinde yaralarına pamuk yetiştiren bir kadın ama hep pamuk yetiştiren bir kadın. İliksiz ya da hiç kopmak bilmeyen bir düğme. Söküp atamadığımız şeyler, söktüğümüz şeyler... Kimi zaman kendimize olan yabancılığımız... Lavaboda unuttuğumuz erkeğe benzer bir kadın eli... Çok da kendisi olmayan, olamayan... Sade bir hayat, bakışsız erkek, kadın... Uçurumun dolduğu oda da annem yüzlü kadınlar ve fotoğraflarda itinayla büyüttüğümüz ardı hüzün erkekler... İşte buydu yol insanları. Amaçsa tarihsel süreç içerisinde içine kapanan kadını, insanı bahçeye, parka, sokağa çıkarmak, onun özlemlerini, hüzünlerini dile getirmekti. Çocuğun, erkeğin sıkıntılarını anlatmaktı bir anlamda da. Yolsa kimi kez kendimize, kimi kez de dış dünyaya açılıyordu. Şimdilerde yol insanları uzun bir yolu ya da şöyle diyeyim kendilerine giden yolu gitmekte ya da o yolu dertleriyle yormaktadırlar. Parklar, bahçeler, sokaklarsa bizleri kalabalıklaştıracak nar çiçeklerimiz. Ve bizler mayamızda olan yalnızlığı ötekimize devretmek istemiyoruz. Yalnızlık! Ama eğitimli bir yalnızlık. Evet bu böyle.

M.İ: - 'Önsöz Yerine'de, 'kuyusudur herkesin yolu' diyerek bir iniş ve çıkıştan bahsediyorsunuz siz de. (Bu mısra için bu iniş ve çıkış ifadesinin çok yetersiz olduğunun farkındayım fakat koca bir romanı suyunda eritmiş ama yine de çözünürlüğü dolmamış bir kuyu, bir mısra bu) Ve hemen alt mısralar; 've/cam inceliğindedir/yaşam' Hani kuyunun ağzı ışığa bakar, camın ışıksız bir anlamı yoktur ve dünya tepetaklak olunca, yağmur değil, kuyunun dibindeki su olur cama vuran. Belki camı değil ama yaşamın camdaki ışığını kırmıştır. Camın ardı ve önündeki dünya birbiri için seçilemez olmuştur. Seçilemezliğin kimyasıdır bulanıklık ve ve zaten bulanıktır kuyu suyu. 'Yakın Arkadaş' adlı şiirinizde 'hayat çin işi bir vazo/üstelik kısa ve çirkin/kırılsa kırılır gibiyiz' diyerek yine bir kırılganlıktan söz ediyorsunuz. Hatta kitabınızın ikinci bölümü olan 'Biraz da Fotoğraflarımızdık' taki çatışma şiirinde masal olağanüstülüğüyle girdiği çatışma sonunda yine kırılan bir şeyler var. Orada, 'nerden baksam aynam/hayal kırıklığı oluyor' diyorsunuz. Kuyu, su, ve hem vazo hem aynayı temsil ettiğini düşünürsek camın sizdeki ifadeleriyle yaşamın ilişkisini anlatır mısınız? 

Evet, hayat çin işi bir vazo, kısa ve kimi kez de çirkin. Bu çirkinlik, çirkinleştirilmişlik bizleri boğuyor. Gözlerimizin önüne öyle bir perde çekiliyor ki yaşamın içindeki güzellikleri göremiyoruz. Oysaki yaşama açılan pencerelerimizin ardında görülmesi gereken ne yaşanmamışlıklar var. Fakat yarattığımız kuyularda ya da şöyle diyeyim kuyu olan yollarımızda olduğumuz kadarız. Yarattığımız olumsuzluklar bizleri o kuyuda boğuyor. Su ise arınmak için var. Fakat nereye kadar temizlenebiliriz ki kirlenmişlik, kirletilmişlik içimizi yoğun bir şekilde sarmışsa. Ve baktığımız aynalardaki de biz değilsek eğer. Yüzleşmek, evet kendimizle yüzleşmek. Bunu kaçımız yapıyor, yapabiliyoruz ki! Camı değil de camın ardını görmek, görebilmek. Bu, bu kadar zor olmasa gerek. Hele ki hiçbir şeyin çocukluk saflığında olmaması için hiçbir neden yokken. Evet her şeyin.

-M.İ: -'Ne Ki' adlı şiirinizde şiirin 'ne'liğinden bahsediyorsunuz 'ki' orada, amozondur ki yok memesiyle kıskanılmış' diye bir mısra var. Ve hemen onun ardından gelen üç mısra; 'öyle dağlarında telaş yok/morg kadar soğuk zamanda/içine düşer kor' Özdemir İnce'nin Şiir ve Gerçeklik kitabında imgeyi ikinci kişiler tarafından yeniden üretilebilen bir şiir birimi olarak ifade etmesinden de güç alarak bu üç mısrayı bir de tersten okumak ve ortaya çıkacak güzellik üzerine bir fikir yürütmek istiyorum; 'kor düşer içine/zamanda soğuk kadar morg/yok telaş dağlarında öyle'. Fikrimce kıskanılacak kadar güzel oldu. Amozon'un yok memesi bulundu, o işte budur diyebilir miyiz?

Her şeyin kolayca tüketildiği süreçte şiir, her okumada yeniden üretilen bir şey olarak hep var ve var olacak da. Doğrudur 'Ne Ki' adlı şiirimde şiirin 'ne'liğinden söz ediyorum. Onun yazılma sürecinden, ne sıkıntılarla ortaya çıktığından. İnsanı oldurtan yapısından da. Bir anlamda ona birtakım görevler de yüklüyorum. Onu sandalyeye oturtuyor, makyaj bile yaptırıyorum. Bu anlamda bakıldığında sizin dizeyi tersten okumanızla birlikte, şiir yeniden üretilmiş oluyor. Evet denilebilir ki Amazon'un yok memesi artık bulunmuştur. Evet, o işte budur diyebiliriz.

M.İ: - Yine bu ters okumadan yola çıkarak ve amazonun yok memesinin de 'Ne Ki' başlığı altına düşürebileceği bir başka tanım olarak şiir, yol insanının, dağ aynı telaş aynı, morg aynı soğuk aynı, zaman değişse de içine düşen kor aynı bile olsa, o aynı yoldan geri dönüşlerinin farklılığıdır, gibi bir çıkarımda bulunsak mı, ne dersiniz? 

Bir yol insanı olarak gittiğimiz yol aynı olsa da aynı yoldan dönüşlerin farklılığıdır yaşam. Hepimiz kimi kez sığınağımız olan evlerde ayrı birer yolun sürdürümcüsüyüz. Farklı yaşamaklar bizleri bekliyor. Acılar, sevinçler, heyecanlarsa hep var. Bu yol öyle bir yol ki çoğunluk bizleri oldurtuyor. Olgun bir meyve gibi düşüyoruz zamanımıza. Evet, bu nedenle sizin de dediğiniz gibi aynı yoldan geri dönüşlerin farklılığıdır yaşam, gibi bir çıkarımda bulunabiliriz. 

M.İ: - 'Yüz Yüze' adlı şiirinizde diyorsunuz ki, 'peki ya ben kimim/kimin evine bahçe/vazoda solmuş çiçek/sıcak bir manto kadar/gerilim hattına konmuş/güvercin gibiyim'. Ve birkaç mısra da 'Um Kasr'ın Gelin Kızları'ındaki 'ikinci söz'den; 'sınırları yıkalım kararlar kuş kanadı/gül ne ki/her devrimde gül kızıl bir kuş ağzı/kızıl bir kuş ağzı. Her devrimi bir gerilim hattı olarak düşünürsek, kızıl ağızlı bir güvercinle karşılaşıyoruz. Kanadı sınırları yıkmak için özgür bir karar. 'Üçüncü söz'de bunlar diye bahsettiğiniz o birileri tarafından yaralanır o güvercin; 'yaradaki telaş'. 'dördüncü söz de' aşk ile anlam 'kar ile kan' ve 'beşinci söz/sevgilinin söyledikleri' bir soruyla biter; 'tenhada neden siyah bir kar kokusu var'. Kar kanın soğumasını, siyah pıhtılaşmasını anlatır belki. Peki sevgilinin söylediklerinden hangisi en tenhada söylenmiştir, ve neden? Kalabalıkta söylendilerse onları bu kadar net, bu kadar vurgulu, ki cümle içinde kelime, kelime içinde hece, hece içinde harflerce (oradaki bir kelimede yan yana üç tane 'n' harfi var) paylaşılamıyor, duyabilmenizin sebebi nedir? Yoksa 'Yakın Arkadaş' adlı şiirinizde 'boğazın yırtılırcasına bağırdığın sır' dediğiniz o (sır), 12 sayfa sonra burada, sevgilinin 'neden' diye sorduğu, benim 'sebebi nedir' diye öğrenmek istediğim, sizinse 'denge' ve 'tanıklık' adlı şiirlerinizde, ilkinde dengeyi bozmamak, ikincisinde tanıklığı eksiltmemek için buraya almak istemediğim o 'neden'li sorularınızda bir kez daha mı karşımıza çıkmıştır? 

Aslında Yol İnsanları adlı kitabım için tek bir şiir denilebilir. İçsel konuşmalar şeklinde yazılmış her şiir aslında hep tek bir şeyi anlatıyor. Kadının yalnızlığını. Şehrin kuzeyindeki kadının yalnızlığını. Um Kasr'daki gelin, gerilim hattına konmuş güvercin, yüzü tiklerle mor, yüzü huysuz köpek olan da o. Her şiirde kadın yani özne kendini, neliğini sorguluyor. Kimi kez çocukluğuna dönüyor kimi kez yaşadığı evde anıları ile baş başa yaşıyor. Zaten kitabın bütününe bakıldığında da bu görülebilir. Özne hiç değişmez. Ki, o özne sınırları (ki bu her anlamda tüm dünyadaki sınırlar olarak da algılanabilir) kaldırmak ister ve bu anlamda da uğraş verir. Değişense belki de hiçbir şeydir. Birilerinin yaraladığı güvercin olaraksa hep o bir köşede vardır. Varlığının sürmesi yani yaralı bir güvercin olarak var olması ise başkalarını yaralar. Çünkü bizler yani ayrıntılar ustası ya da kederle içselleşmiş yaşantılarımız hep bir başka kederi doğurur. Ve bu sürüp gider. Aşksa, belki de kalbimizi titreten bir telaş olarak hep vardır. (Ama hep uzak bir perdeden söyleyeceklerini söyler.) Fakat, evlerin o korkunç paylaşımsızlığı iki farklı cinsi ayrı odalara sürükler. İşte burada sevgilinin söyledikleri yani aslında öznenin söyledikleri ile gelinin söyledikleri birbiri ile örtüşür. Sevgilinin söylediklerinden, en tenhada söylenen aşkın yalan bir şey olduğudur ne yazık ki. Bu iç acıtan durum bazen tenhada bazen de kalabalıkta söylenir. Çünkü acıtan durum dizginlenemez bir hal almıştır. Bu arada iletişimsizliğin kopardığı hayatlar, ince kırgınlıklar daha da belirgin bir şekilde hatta tüm kitaba yayılacak şekilde dizelerdeki yerini alır. 'Yakın Arkadaş' adlı şiirimde 'Boğazın yırtılırcasına bağırdığın sır' dediğim; kadının kadın olmak gibi bir yazgısının olması, sokaklara çıkmak isteği içinde olan bir kadının çelişkileri ve kendine kendini sormaklığıdır daha çok anlatmak istediğim. Azlık, yorgunluk, ıssızlaştırılmış yataklar bir hayat dersi olarak hep vardır ve var olacaktır da. Bir kez daha belki de bu türden dizeler defalarca çıkacaktır karşımıza.

M.İ: -Tek şiir dışında (Ne Ki); kitabınızdaki bütün şiirlerde bazı mısralar italik yazılmış. Öyle ki okurken, bunların bilge bir iç ses, bir ikinci kişi, bir yol arkadaşı tarafından söylendiği hissine kapılıyorum. Bazen de birer yankı gibiler. Ve ilginçtir; böyle bir italik yazımın olmadığı o tek şiirde diyorsunuz ki 'şiir, o ovduğum, olduğum kaya' sanki o yankı gibiliğinden bahsettiğim italik yazımlı mısralar, o ovduğumuz, olduğunuz kayaya ve eğer dediğiniz gibi şiir o kayaysa o şiire çarpıp döndüğü için, o şiirde böyle bir italik yazım yok. Ovup, o olduğunuz için onda yalnızca sizin sesiniz var; bir iç ses, bir ikinci kişi ya da bir yankı değil. Peki bu yankılar, neden farklılaşarak, başka sözler olarak geri dönüyor. (Birkaç yerde aynı dönmesinin dışında) 'Gitmekte Bahane Yok' adlı şiirinizde 'o gidilmiş, dönülmüş/eğrilmiş satır' mısrasında bahsettiğiniz eğrilmişliği soruyorum belki. Hatta bu mısra biri italik, biri düz yazımlı iki kelime arasında veriliyor; ikisi de 'sabır'. O ovduğunuz, (ilk 'sabır' italik yazılımlıdır ve size ait değildir henüz, kayanındır belki) olduğunuz (ikinci 'sabır' artık düz yazımlıdır ve nihayet sizin sesinizdir) kaya yoksa sabır taşı mıdır? Kayadaki potansiyel enerjinin mısra vuruşuyla kinetiğe dönüşerek ağırlığını söze düşürmesi midir bu? Bu dönüşüm esnasında mı farklılaşır sözler? İzninizle hem kayaya hem size soruyorum. Ovup o olduğunuza göre, sanırım onun adına da cevap verebilirsiniz. (Umarım aynı şiirde 'benden sorulmasın satır araları' dediğiniz o araları sormamışımdır.)

Kitabın adı Yol İnsanları olduğuna göre italik olarak yazılmış dizeleri bilge bir iç ses, bir ikinci kişi, bir yol arkadaşı tarafından söylenmiş sözler olarak da algılayabiliriz. Çünkü çıkılan yolda, insan kimi kez yalnız olsa da (kalabalık içinde de yalnız olabilir) aslında yalnız değildir. Hiç değilse yanında yaşanmışlıklar, hüzünler, sevinçler vardır. Şiirse, kimi kez kendimize dönüp bakmamızı, kendimizi sorgulamamızı sağlayan bir şey olarak hep var olacaktır. Buna, bizi olduran bir şey de diyebiliriz. Gitmeler, dönmeler, çarpmalar ama hep olma yönünde derin sızılarla atılmış adımlar. Ama sonunda olmak ve insanın kendini bulması yani o bilge tavır, kendinin iç sesi. Evet o ikinci 'sabır' düz yazımlıdır ve nihayet benim sesimdir. Kayaysa dediğiniz gibi sabır taşıdır. O, her şeyimi söylediğim, söylettiğim şiir, belki de çıkılan bu içsel yolculukta dert dinlemekten nerdeyse sabır taşı olmuş, bir anlamda özneyi de oldurmuştur. İşte bu dönüşüm esnasında farklılaşır sözler. Kabullenmişlik, benimsemişlik belki de vazgeçilmişliktir bundan böyle yaşanacak olan. 

M.İ: - İkinci sorumda kitabınızın birinci bölümü olan 'Biz Biraz da Fotoğraflarımızdık'daki fotoğraf gerçekliğinin, ikinci bölüm olan 'Biz Biraz da Masallarımızdık'daki masal olağanüstülüğüyle girdiği bir çatışmadan söz etmiştim. Bazen bir fotoğrafın gerçekliği masallaşıyor, bazen gerçekleşiveriyor bir masal. Ya da bir gerçeklik kazanıveriyor. Beşinci sorumda ise 'sınırları yıkalım kararlar kuş kanadı' mısrasından bahsetmiştim. Kuş kanadı, sınırları yıkmak için alınmış bir kararın özgürce alınmışlığını anlatmıştı bana, ki o şiir kitabınızın birinci bölümüne aitti. Ama ikinci bölümde 'Dünle Düello' adlı şiirinizde 'kâğıtlar ve solmuş kumaşlar arasında büyümüş son erkek kişisi ailesinin. Annesinin korkusu ve alışkanlığıyla/kuşlara hep yön vermiş' diyorsunuz. Evet kararları alanlar farklı ama, birinci bölümde özgürce alınan karar, ikinci bölümde bir annenin korku ve alışkanlığı ile alınıyor. Kararlar kuş kanadı olup sınırlara dayanmadan önce, 'birinci söz'de 'korkum genişti ya odalara' dediğiniz korku, 'beklemiştim günlerle/şaşırmış mermiyi' dediğiniz mermiye karşı özgürleşememiş olmaktan, ve bu özgürleşememişliğin bir seçenek olarak size yalnızca korkuyu dar odalarda beklemeyi bırakmasından kaynaklanan bir korku mudur?

Kuş, özgürlüğün ifadesi olarak o şiirde yerini almıştı ya da şöyle diyeyim kuş kanadı sınırları yıkmak için özgürce alınmış bir kararı, özgürlüğü niteliyordu o şiirde. Doğrusu bu ya bu dizenin, kitabın ilk bölümünde yer alması ise tesadüf değildi. Bilinçli bir şekilde tercih edilmişti. Çünkü ilk bölüm zaman içinde olunan bir anlamda olgunlaşılan bir bölümdü ve özgürce karar ya da kararlar almak ise kaçınılmazdı. Dünle Düello adlı şiirimde ise henüz bir olmamışlık, olgunlaşmamışlık durumundan söz ediliyor. Bu son erkek kişi, kâğıtlar ve solmuş kumaşlar arasında büyümüş. Annesinin korkusu ve onun üzerindeki etkisi belirgin. Annesinin korku ve alışkanlığı ile kararlar alınıyor. Annesinin ona yön vermesi bir yana o da kuşlara ve belki de başka şeylere yön veriyor. (Tabi bu istenilen bir durum değildir.) Fakat ne ki durum böyle. Sizin de dediğiniz gibi ilk bölümde yer alan ben (özne), birey olmuş, olmayı başarmış bir ben. İkinci bölümde ise özgürleşememişliğin boğduğu bir ben (özne) ile karşı karşıyayız. Dar odalarda büyütülmüş korkular, özen isteyen çocuk, sıradan bir baba ve bilmenin insanı acıtan yönü ısrarla anlatılıyor kitabın ikinci bölümünde.

M.İ: - Bahsetmeden geçemediğim noktalar yüzünden sorular uzadı ve artık, ve ne yazık ki bitirmem gerekiyor. Kitabınızın ikinci bölümü olan 'Biz Biraz da Masallarımızdık'daki 14 şiirin kitaba alınış sıralarıyla başlıklarında gizli bir şiir olduğunu gördüm. Yaptığım yalnızca, bölümün adından başlayarak tek kelimelik başlıkların tamamını, 'son söz yerine' haricinde birkaç kelimeden oluşan diğer başlıklarınsa son kelimelerini alıp sırayla alt alta dizmek. Ve işte sonuç: (başlıkların diğer kelimelerini ifade eden üç noktalı boşlukları unutarak okumanızı rica ediyorum) 'Biz Biraz da Masallarımızdık: ...Durumları ...Düello ...Ve ...Meseli ...Yeleği Bile: ...Tilki ...Parkı: Çatışma ... Beyaz: ...Askerliği ... Korkusu: Lehim: Son Söz Yerine 'Boşluklarda ne olduğunu, ve bütün bunların nasıl 'Biraz da Masallar' olan 'Bizi' anlattığını merak edenlere kitabı okumalarını tavsiye ediyor, ve sorusunu bilmediğim bir cevabınız olması ihtimalini düşünerek, eğer varsa o sorusuz cevabı bizimle paylaşmanızı rica ediyorum.

Şiir, bir anlamda şeyler dünyası ile kurulan ilişkiler bütünü. Her şey, her kare, her harf bir şeyleri çağrıştırıyor aslında. Bununla birlikte şiirin her okumada yeniden üretilen bir şey olduğu gerçeğinden de yola çıkarak; değil dizelerin, harf ya da sözcüklerin bile bir şeyler ifade ettiğinden söz edilebilir. Ki, ikinci bölüm; olmak üzere olan insan (çocuk) üzerine tasarlanmış bir bölümdür. Bu bölümde durumlar, düello, park, çatışma, beyaz, askerlik, korku gibi sözcüklerin olması ise kaçınılmaz idi. Öyle de oldu. Şiir başlıkları bir anlamda kendi müziğini, iç sesini yarattı. 

- Keyifli söyleşi için çok teşekkür ediyoruz sevgili Betül Tarıman...

Ben teşekkür ederim. 

Cumhuriyet Kitap, 10 Haziran 2005