Hakkında Yazılanlardan

"Selim İleri"(Aralık 1980)

Behçet Hoca, Beşiktaş'ın bütün sokaklarında ince sızıların rüzgârını estiriyor, estirecek...

Selim İleri

Onu en son görüşümü hatırlıyorum şimdi; Beşiktaş'ın Pazar yerine, balıkçılara, sebze ve salata satılan alanına çıkan küçük, daracık bir sokağında Behçet Necatigil'le son kez karşılaşıyoruz. Hayatım boyunca bu büyük ve aziz insanın, Cumhuriyet döneminin bence en önemli şairinin son anısını ince ayrıntısıyla anımsayacağım. Ona Beşiktaş'ın arka sokaklarında, otomobillerle, kamyonetlerle yayaların bir arada güçlükle yol aldıkları dar geçitlerde sık sık rastlardım. Yüzünde hep o kırık gülümseyiş, çoğu kez elinde filesi ya da kitaplar, ya pazardan ya da Beşiktaş postanesindeki posta kutusundan geri dönerdi. Bir iki dakikalık konuşmalarımızdan sonra, ben artık başka bir insan olurdum. Behçet Necatigil çoğumuz için uygarlık aşısı, insanlık bildirisiydi. "ESKİ SOKAK" ÖZLEMİ Son karşılaştığımız adsız sansız ara sokaktan geçiyorum yine. Yüzünüz denize ulaşacak yöne dönükse solda yine o göze batmaz, kuytulara gizlenmiş saklanmış, nedense yapıldığından beri köhne kahve var. Oraya gelip sık sık oturur muydu Necatigil, bilmiyorum. Ama o son gün, akşam üzeri, bir çay içmek için birlikte gitmiştik kahveye. Oluşum dergisinde birkaç şiiri yayınlanmıştı 'öğretmenimizin'. Ben "Temmuz Tikleri"ni unutamamıştım. Söylediğimde utangaç gülümsemesini, bir çocuk duruluğunda bakan gözlerini, hep ince duyarlılıklara, hep kırk sevinçlere ve insanca gözyaşlarına açık tavrını hissetmiştim yine... Kendisinden, şiirinden, sanatından konuşulmasını hemen hiç sevmezdi. "Temmuz Tikleri"ni de birkaç sözle geçiştirdi. Huriye ve Behçet Necatigil, uzun yıllara dayalı, dürüst ve onurlu öğretmenlik çabalarında bir apartman katına, bir ara caddeye 'çıkmışlardı' ya, Necatigil ölünceye dek 'eski sokağı' sayıkladı. Bu, onda, çoklarınca yanlış anlaşılmış bir ahlâk sorunuydu. Geride kalanları, eski sokağın kederli insanlarını asla feda etmeyen bu soylu, aradığımız uygarlık düzeyine belki de en yakın ahlâk tavrını, çoklarımız küçükburjuva duyarlılığıyla adlandırmaya çalıştı. Ne kadar da yanlış! Yeniye karşı olmadığı gibi, eskiyi unutmamaya gönül vermiş usta şairimiz Behçet Necatigil, Beşiktaş'ın bütün sokaklarında şimdi ve sonra hep ince sızıların rüzgârını estiriyor, estirecek... Başka şeyler de anımsıyorum tabiî: Onun herkesçe bilinen yeldirmeli Barboros Bulvarı şiirini. Sözgelimi o şiiri. Ama bir sanatçıyı, o sanatçının gezdigi, yaşadığı, içinden duyumsadığı semtleri karalamaya uğraşırken, daha çok bilinmeyenlere yer vermek gerekir kanısındayım.

"SÜSLÜ KARAKOL DURAĞI"

O kadar yakındığı, içini döktüğü ara caddedeki apartmanın katındaydık: Behçet Necatigil'in küçük odasında. Yıl 1973 olmalı ya da daha eski bir zaman. Penceresinden görünen Süslü Karakol'a bakıyor ve aziz öğretmenime, her zaman olağanüstü bir sinema filmi çıkacağına inandığım güzel radyo oyunu "Süslü Karakol Durağı" için bir şeyler söylüyordum. Sessizliklere, olur olmaz utançlara, duyarlı çekingenliklere açıktı bütün konuşmalarımız. Yüzünüze bakmazdı Necatigil, gözleri hep birkaç santim üstteydi sizin gözlerinizin. Ve ben bu eve, bu küçük odaya her gelişimde inancın kutsal bir köşesine uğramış kadar ürpertilerle dolardım. Şimdi yıkılmaya yüz tutmuş, orta katı çökmüş, dört bir yanını yaban incirlerle otların bürüdüğü Süslü Karakol'u eliyle işaretlemiş, söz konusu radyo oyununu yazmak için, oradaki çeşmenin sesini durgun ve gürültülerden arınmış gecelerde dinlediğini, sesin nerelerden işitildiğini saptadığını söylemişti. Bu çalışması için taslaklar çizmişti üstelik. "Süslü Karakol Durağı" oyununu okuyanlar, Necatigil'in yaşadığı semtlere, o semtlerin mimarisine bir ruh kattığını hemen fark edeceklerdir. Semtler, özellikle de Beşiktaş, onda kuru kuruya mimari olmaktan çıkıp, içli yaşantılara sızar. Bu şiirin mimariye etkimesi, mimarinin gözeneklerine aksamasıdır sanki. Yalnız Beşiktaş'ı değil, taa Sinanpaşa'ya kadar uzanan bir çizgide bütün 'orta halli' semtler Necatigil'in sanatçılığına ışık tutmuş gibidir. O, kendi duygu ve düşünce dünyasını semtlerimize açmayı bilmiş, oralarda hayatı aramıştı. Fakat son yılların hiçbir düzene dizgeye dayanmayan kentleşmesi Necatigil'de bir iç acısı oluşturdu: "Bir kazı makinası / Kapakları açılır / Molozlar / Arasında nasılsa / Bir mozaik. // Boşalan taş toprak / Arasında nasılsa / Görülür görülmez / Bir yanlızlık / Parlar pusuda bakılsa." Şimdiler Beşiktaş'ın cumartesi pazarı, Ihlamur eteklerine çekildi. Daha bir yıl önce, evinin bitişiğindeki dik merdivenlerden çıkarken görmek olasıydı Behçet Necatigil'i. Bir konuşmasında, günün birinde yeniden ziyaret ettiğimiz sokaklarda tarihsel değer taşıyan şu ya da bu yapıyı bulamadığımızı belirtiyor; üzülüyordu. Bizse, ne yazık ki, Beşiktaş'ta bir yıldır Behçet Necatigil'i bulamıyoruz.

YEDİ KULEDE GEZİNTİLER

Küçük çalışma odasına bütün hayatını taşımıştı bu usta şair. O hayatta okumak, yazmak ve insan duyarlığına hep açık olmak vardı. Bazen bu küçük odadan kaçılır, hangi dürtüyle kestirilemez, Yedikule'ye uzanan bir gezintiden kırık, kuyumcu titizliğinde şiir doğardı: "Küçük kent kapıları, sur dibi dükkânlar / Her zaman olmalıdır. / Yolları nasılsa oralara düşenler / Eskilerin durduğu bir zaman olmalıdır." Yedikule'nin bu gününü yaşayanlar, 'eskilerin durduğu' zamanı pek acıklı bulacaklar. Oradaki sur dibi dükkânlar, kendi dönemi ve koşullarıyla ortaya çıkmış çalışma ahlâkının erdemlerini taşıyan güzellikler değil şimdi. Bitik, zamanı dolmuş, yeniye karşı yenik düşmüş, çalışma ahlâkının erdemlerinden bize gelecek vaat ederken ansızın göçmüş şeyler... Bütün bunlar 'hüsrandı' Behçet Necatigil'de. Tıpkı çalışma odasındaki sayısız kitabın bir hatırlanışta, herhangi bir anışta açılıp kapatılması gibi. Aziz Efendi'nin eski yazı "Muhayelât"ını, Cemil Süleyman Alyanakoğlu'nun "Siyah Gözleri"ni odasındaki kitaplığın raflarından çekip gösterdiğini, eski edebiyat yapıtlarımıza nankörlüğümüzü içli bir üzüntüyle söylediğini de anımsıyorum.

"YAZLIK BAHÇE"

"Fasıl heyetleri olan / Yazlık bahçeler vardır, / Varyeteler, oyunlar oynanır, / Zengin işi. / Varlıklı yerlerden uzakta, / Eski bir arsadan bozma / Bizimkisi. / Bu dediğim bahçede / Geceleri rüzgâr çıkıyor. / Evler cehennem gibi / Durulmaz, oturulmaz. / Sıcakta bunalmış milleti, / Bahçe kendine çekiyor. / Bu dediğim bahçede / Sinema oynatıyorlar. / Kurudukça insanların / Damakları, dilleri, / Gazoz patlatıyor, ağız ıslatıyorlar. / Hovardadır bu bahçenin gençleri: / Lâf atıyor, cigara fırlatıyorlar. / Karanlıktan istifade, / Gençler kaynatıyorlar." Necatigil'in "Yazlık Bahçe" adlı bu eski şiiri, bilmem Beşiktaş'ın hangi açıkhava sineması için söylenmişti. Fakat ben, ilk gençlik döneminde gittiğim Kamburun Bahçesi'ne benzetirdim "Yazlık Bahçe"yi. Varyeteler daha o zamandan elayak çekmişti; lüks gece lokallerinde eğleniyordu zenginler. Şu onbeş yirmi yıl içinde de yazlık sinemalar birer ikişer yok oldu. O bıçkın delikanlılar, gecenin sıcağına katlanamayıp sokağa, açık hava sinemalarına, semt çay evlerine sığınan aileler şimdi hayatımızı betimlemiş bir iki sanatçının yaptıklarında yaşıyor, hâlâ. İşte Necatigil, semtlere eğilirken yaşamı insanca kılan özellikleri öne çıkarıyor, bize, gitgide yitirdiklerimizin ardı sıra belirecek tehlikeleri işaret etmek istiyordu. Sonunda semtleri bırakıp, tehlikenin kendisini yazdı. "Türkiye Atlası"nı anmadan geçemeyeceğim: "Kimi dev yatırım, özel sektör / Kimi dağ köylerinde çerçi olduğu. / Yükselir bir yapı gökdelen binlerin / onda bir görülmez harcı olduğu. / Koltuk altında haç kimiler / Varmadan bir kutba, geçmeden bir çölü / Çoklayın, düzen kocalarının / Ne kolay hacı, hancı olduğunu. / Ve çiler yazarlar, makara çekerler / Binlerin o birlere borcu olduğu." Çoklarının ileri sürmeye çalıştığı gibi yaşamdan, yeni ve zorunlu değişimlerden kaçmıyordu Behçet Necatigil. Tersine, yanlış bir kentleşmenin, çarpık bir iktisat anlayışının bizi sürüklediği uçurumları söylüyordu. 'Eski sokakla' bir apartman dairesinde yaşanmış 'temmuz tikleri' arasındaki sonsuz gelgiti bu yüzdendi. Semtler onda hep bir apartman dairesinde noktalanıyor. Eski sokağın özlemi varsa, bu o sokağı kendi uygarlığından koparıp bir apartman dairesinin doğasız, soluksuz ortamına atıverdiğimizden...

MANAVLAR VE KASAPLAR

Şimdi almış başımı, Beşiktaş'ın dörtbir yanında Necatigil'i özlüyorum. Manavlar ve yine kasaplar. Çarşıda hep tezgâhlar kurulu. Tabiî birçok şey değişmiş. Örnekse lüks mobilyacılar, vitrininde şekerden bebekleriyle cicili bicili pastaneler var burada. Ama hâlâ değişmeyen bir gerçekliği, taa "Arada" kitabından duyuruyor Behçet Necatigil: "Çarşılarda bir şey / Biz pek aramazdık çocuklar olmasaydı. / Kasaplarda manavlarda bazı yorgun kadınlar / Hep de tenha saatleri seçerler / Sonra yavaş bir sesle / Çocuk için hasta kaç gündür yemiyor / Biraz et biraz meyva isterler." Her yazı dizisi, değişik kişilerce de yazılmış olsa, birtakım kalıplara yerleşiktir. Fakat ben, Behçet hocanın yaşadığı semtlerde, onu tanımış, onunla aynı çağda yaşamış olmanın sonsuz onuruyla gözyaşı döktüğümden bu kalıplara ille bağlanmak ihtiyacını duymadım. Ve sessizce merdivenlerden inerken ve yaşadığı son evin önünden geçerek Ihlamur eteklerindeki yeni pazar yerine doğru yürürken, geçen kışı, o rüzgârlı aralık gününü, hep sessiz, hep içe dönük bir cenaze törenini aklımdan çıkaramıyorum. "Eski Sokak"la "Temmuz Tikleri"ni güzellikle bağlanmış bir şiirin son sözleri gibi düşünüyorum. Ve hâlâ Beşiktaş'ın daracık bir sokağında Behçet Necatigil'le karşılaşıyoruz: Onu ne çok özlemiş olduğumu hissediyorum. Bu kez nedense elini öpmek istiyorum.

Kaynak: Milliyet Sanat Dergisi, Aralık 1980