Hakkında Yazılanlardan

"Hilmi Yavuz" (16 Mayıs 1991)

Odası dünyadan büyük Yetmiş beşinci doğum yıldönümünde şair Behçet Necatigil

Hilmi Yavuz

Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Hâşim üzerine yazdığı bir denemede, Hâşim'in hayatı "kasten daralttığından" söz eder ve "Hâşim gözleriyle, galiba biraz da derisiyle yaşardı" der.

"Hayatı kasten darlaştırmak!" Bu söz, sanırım, Ahmet Hâşim'den çok, Behçet Necatigil'i anlatıyor, onu betimliyor gibidir.

Gerçekten de öyledir. Necatigil, hayatını, belki de daha öğrencilik yıllarından beri, eviyle okulu arasına sıkıştırmış, sadece, çok sınırlı sayıda arkadaşları ya da dostları ile birlikte olmuş hayatını eviyle, -belki de daha doğru bir deyişle- odasıyla sınırlandırmıştır. Necatigil'in odası, onun zaten iyice darlaştırılmış olan kamusal hayatına karşı, özel hayatının içine yerleştiği alanı belirler. Ve, tuhaf bir karşıtlık çıkar karşımıza: Dünya, yani Behçet Necatigil'in kamusal hayatının gerçekleştiği alan, olanca genişliğine ve insana sunduğu sınırsız yaşantı deneyimlerine karşın, alabildiğine daraltılır ve öğretmenlik ya da öğrencilik ettiği okullarla ve bir iki kahve ya da içki evi ile sınırlanırken; oda, yani Behçet Necatigil'in özel hayatının gerçekleştiği alan, olanca darlığına ve insana sunduğu son derece sınırlı yaşantı deneyimlerine karşın, alabildiğine genişletilir. Hiç abartmadan söyleyeyim; Necatigil'in odası, Dünya'dan büyüktür.

Dünya'dan büyük bu odada hayalgücü görüntünün, imge algının yerini almıştır. Ve bu tekdüzelikte, değişmeyen eşyalar, eski ilaç kutuları, kâğıtlar, kitaplar, sigara izmaritleri ile tepeleme dolu kül tablaları (tablalardaki küllerin, kâğıttan yapılıveren külahlara doldurulması törensel bir titizlikle yapılırdı) saat, ucu iyice sivriltilmiş kurşun kalemler, odaya sığabilmek için özellikle küçük olması istenmiş metal masanın çekmecelerindeki tıkış tıkış zarflar, içinde sarı leblebilerin bulunduğu eski bir kavanoz (hoca, leblebiyle içmeyi severdi), bir bardak, votka şişesi, artık üretilmeyen ilaçların prospektüsleri (özenle saklanmış) bir kitabı paketleyecek uzunlukta, ama yumak yapılmış sicimler (kendisine gönderilen kitapların paketlenmesinde kullanılan sicimlerdir bunlar) ve kızlardan birinin (Selma, Ayşe?) ilkokul resim defterinin bir yüzü kullanılmamış olan yapraklarına yazılmış şiir müsveddeleriyle dolu dosyalar ve - yine kitaplar arasında geçen tenha yaz saatleri!

Bu görünüm hiç değişmedi. Behçet Necatigil, odasına girenlerin bile ezbere bildikleri ve yerleri hiç değişmeyen bu eşyalar arasında, saadeti eşyada, eşyanın düzeninde bularak; hayatı daraltarak, ama derinleştirerek yaşadı.

Kuşkusuz, tekdüzelikte, insanın imgelemini kışkırtan bir şeyler olmalıdır. Hep aynı şeyleri gören ve hep aynı şeyleri duyan bir insanın kendi dışındakilerle değil, içe doğru bir derinleşmeyle yaşamasıdır bu. Necatigil de odasını varlığının çeperi, bedenin derisi gibi yaşadı. Odası, varlığının sınırıydı onun...

Demek ki büyük şair olmak için büyük hayatlara gerek yoktur. Sadece Haşim midir hayatı kasten daraltan? Mallarme de öyle değil midir? "Dünya, bir kitap olmak üzere vardır" diyordu Mallarme ve Necatigil, "her aşktan geriye kaç şiir kalır, ona bakalım!" diye uyarıyordu genç öğrencisini. Gözlerini kısıp (ağzındaki cıgaranın dumanındandı bu!) bir elinin parmak uçlarını kemerinin arkasına sokarak pencereden bakma saati geldiğinde, Dünya'ya bir şiiri okuyormuş gibi bakardı. Sanki, üzerine "terk" yazıp bıraktığı ve yayımlamadığı şiirleri gibi (ki, daha sonra biz, Ali Tanyeri ile birlikte bulduğumuzda onları, çok şaşıracaktık: Çünkü yazıp yayımlamadıkları, yazdıklarının neredeyse üç katıydı!) odasını "terk" eder, sokağa çıkar, Ali'yi ya da Kamuran'ı bulmak için Cerrahpaşa'ya yönelirdi, çoğu kez cumartesileri... Ve sıkılır, onları da "terk" ederdi. Odaya ve eşyalarına yeniden dönmek üzere...

Şiirinde bütün yaşantılar vardı. Gündelik hayatın basit yalınkat görünen nesneleri, haydi fenomenolojik bir dilegetirişle söyleyeyim, "paranteze alındıklarında" bir büyüsellik edinirler. Bir su deposu, bir dosya.. alelade nesneler, bir insanlık durumunu belirten istiareler olurlar, kendi özlerini bularak...

Necatigil, nesnelerin, eşyanın, insanı imlediği bir katmanda arıyordu şiirini: Aşk, bir oku kırmadan gerebilmek miydi? Ölüm, bağlanıp bir depoya atılan bir dosya mı? Hastalıklar (onlar hayatı haram ediyorlardı), bir deponun delinmesi miydi? "Ah nereden delinir ilk bu depo, bilinse?" Ama bilinmedi işte; bilindiğinde de iş işten geçmişti artık!

O 'terk' etti; ama şiiri 'terk' etmedi bizi...

Kaynak: Cumhuriyet, 16 Mayıs 1991