Hakkında Yazılanlardan

Eşi ve kızları anlatıyor…

HURİYE NECATİGİL

 

Behçet'le yardımcı öğretmen olarak çalıştığım Sarıyer Ortaokulu'nda tanışmıştım. Çocukluğumdan beri şiire ilgim vardı. İlk okuldayken babamın kitaplığından Ziya Paşa, Namık Kemal gibi şairlerin kitaplarını alıp, pek bir şey anlamasam da yüksek sesle okuduğumu hatırlıyorum. Şiirlerdeki ses uyumu çok hoşuma giderdi. Behçet, öncelikle şair olduğu için ilgimi çekmiş olabilir. Tanıştıktan kısa bir süre sonra, benimle ilgilenmeye başladı. Bir okul gezisinde, mendilimi bir süreliğine eline almış, birkaç gün sonra da "Çevre" şiirini yazarak bana getirmişti. Bu şiir, yakınlaşmamızın başlangıcı oldu. Annesini çok küçük yaşta kaybetmesinden sonra, babası yeniden evlenince anneannesinin Karagümrük'teki eviyle babasının Beşiktaş Valideçeşme'deki evi arasında gidip gelerek sıkıntılı ve hastalıklarla dolu bir çocukluk dönemi geçirmiş, Evlendikten sonra da karıkoca çalışarak "orta halli" bir yaşantıyı sürdürebildik hep. Oldukça büyük, ahşap bir konak olan baba evinde, küçücük odasında kitaplara, yazılara sığınarak geçmiş çocukluğu ve gençliği. Müftü olan babası çok ciddi, otoriter bir insandı, az konuşur, pek gülmezdi. Kız kardeşleri de anlatmıştı sonradan, "ağabeyimiz yemek saatleri dışında odasından hiç çıkmazdı" diye. Henüz ortaokuldayken, bir dergi çıkarmış Behçet. Bir dergide olması gereken her şeyin yer aldığı bu derginin tüm yazılarını, el yazısıyla kendi yazıyor, okumaları için arkadaşlarına, akrabalarına veriyormuş sırayla. Adı "Küçük Muharrir" olan bu derginin tüm sayıları hâlâ duruyor evde. Bence onun üretkenliği tamamen yapısal özellikleriyle, kişiliğiyle bağlantılı. Boş durmaktan hiç hoşlanmazdı, mutluluğu, huzuru ve tatmini çalışmakta buluyordu sanıyorum. Belki de durmaksızın çalışmak, hayata katlanmanın bir yoluydu onun için. Kötü geçen çocukluğunun izleri, daha çok şiirlerinde vardır. Örneğin "Ekmek Kırıntıları", "Korku", "Mavi Işık" ilk aklıma gelenler. Öyle zannediyorum ki, çocukluğuna ait iyi anıları olmadığı için, kendi çocuklarına tamamen farklı davrandı, onlara güvenli, huzurlu ve sıcak bir ortam sağlamaya dikkat etti.

Onun ölümüyle hayatımızda yeri kolay kolay doldurulamayacak bir boşluk oluştu. Onu anarak, şiirlerini okuyarak ve anısını yaşatmaya çalışarak bu boşluğu doldurmaya uğraşıyorum. Şiirleri, yalnızlığımda bana hep destek oluyor. Ölümünden bu yana nerdeyse yirmi beş yıl geçmesine rağmen kitaplarının yeni baskılarının yapılması, özellikle genç kuşakların onun şiirlerini okuması beni çok mutlu ediyor, çünkü en büyük arzusu yarınlara kalmaktı. Bir şiirin oluşumu sırasında tamamen içine kapanır, nerdeyse dış dünyayla tüm ilişkisini keserdi. Bu dönemlerde gergin ve sinirli olurdu, onu rahatsız etmemeye özellikle dikkat ederdik. Bazen günlerce sürerdi bu gerginlik. Ama sonunda, içine sinen bir şiiri tamamladığında, günlerce suskun geçen akşam soframız aniden şenlenirdi. Bazen yazdığı şiiri de okurdu bize. Onun "evler şairi" olarak tanınması çok yerinde. Şiirlerinde en çok evleri, evlerde yaşananları, sıradan insanların sıkıntılarını yazdı. Ancak genel olarak çoğu şiiri de ailesinden, ortak yaşantımızdan ve yakın çevremizden izler taşıyor. Bazen bir şiirini okuduğumda eski günleri hatırlıyorum, bir anımız canlanıyor gözlerimin önünde. Tüm şiirleri içinde en çok sevdiklerim ise "Solgun Bir Gül Dokununca" ve "Sevgilerde". "Sevgilerde" şiirinin onun hayatını ve hayata bakışını olduğu gibi yansıttığına inanıyorum. Ölümünden kısa bir süre önce, hastanede yatarken onu ziyaret eden arkadaşı Rauf Mutluay'a ayrılırken "Yaşamı erteleme Rauf, yaşamı erteleme!" demiş; çok etkilenmiştim duyduğumda. 

Cumhuriyet Dergi, 11 Nisan 2004

Selma Necatigil – Ayşe Sarısayın

Babamızı anlatmak. Kolay değil bu. Ölümünden bu yana 4 yıl geçti. Zaman geçtikçe belleğimizden uzaklaşacağı yerde güçleniyor, daha çok gerçeklik kazanıyor. Onu daha iyi anlamaya başlıyoruz belki de. Bazen ona şiirleriyle ilgili sorular sorduğumuzda verdiği yanıt gibi: "Yirmisinde mi erken, otuzunda belki."

Selma - Beşiktaş, Camgöz sokağında ufak ahşap bir ev. Bütün duvarları kitaplarla çevrili bir tavanarası odası. Pencere önünde bir masa, üzerinde kağıtlar, Birinci paketleri, dibinde telvesi kalmış bir kahve fincanı. Sıcak, çok sıcak bir yaz günü. Babam masanın başında bir taburede oturmuş, odaya dolan güneşe aldırmaksızın çalışıyor. Sonra yine aynı odanın açıldığı ufak holde merdivene doğru uzanan, bana nedense en az onun odası kadar esrarengiz görünen geniş bir raf. Üzerinde kahve, şeker kavanozları, bir ispirto ocağı, mavi ispirto şişeleri, çok eskilerden kalma porselen bir kahve tepsisi. Babam elinde cezvesi, ispirto ocağında kahvesini pişiriyor. Babama ait ilk anılarım bunlar.

Ayşe - Küçük ahşap bir ev var, 4-5 yaş anılarımda. Babam çalışırken odasına çocukluğun verdiği umursamazlıkla en rahat girebilen bendim sanırım. Beni gördüğünde kağıtlara eğilmiş yüzünde yarı sevecen, yarı kızgın bir ifade belirir, masanın çekmecesinden çıkardığı bir paket çikolatayı bana uzatırdı. Tamam, artık gidebilirdim. Yüzümde bir zafer ifadesiyle aşağı indiğimde annemin kızgın bakışlarıyla karşılaşırdım: "Yine mi babanı rahatsız ettin?"

Selma - 1957 yazıydı. Annem çalıştığı okul tarafından bir ay için Almanya'ya gönderilmişti. Babam, anneannem ve ben kalmıştık evde. İlk o zamandı sanırım Sarman masallarının ortaya çıkışı. "Sarman Almanya'da"ydı ilk masalın adı. Çok uzun bir masaldı, annem dönünceye kadar sürdü. Sonra da başka serüvenleri geldi Sarman Kedinin. Bu serüvenler, kardeşim masal dinleyecek yaşa gelip onun "Cimbil Fare"si başlayınca sona erdi. 

Ayşe – Akşam yemeklerinde babamın bana anlattığı bir masal vardı: Cimbil. Küçük farenin yeni ve ilginç öykülerini dinleyerek yerdim yemeğimi. Bir yaşgünümde postacı bana Cimbilden kocaman bir çikolata getirdiğinde Cimbil iyice gerçeklik kazanmıştı kendi eliyle, üstelik imzasıyla hediye gönderiyordu bana. Artık inanmamak mümkün müydü Cimbilin gerçekliğine? Sonra Cimbilin bir masal kahramanı olduğunu anlayacak yaşa geldim. Babam bir seyahate çıkıyordu. Oyuncak bir fare alıp, üzerine "işte Cimbil" yazarak valizine sakladım. Birkaç gün sonra babamdan hâlâ sakladığım şu mektup geldi: "Seni gidi seni / Korkuttun beni / işte farenin resmi!"

Selma - Camgöz sokağında geçirdiğimiz çok soğuk bir kışı anımsıyorum. Daracık sokağın karlarla kapandığını, günlerce evden çıkamadığımızı. 5-6 yaşlarımdaydım. Akşamları bir odanın içinde sobanın ateşiyle ısınırken can sıkıntısıyla yalvarırdım: "Ne olur baba, danaları oynasana!" Kalkar, isteğimi yerine getirirdi beni eğlendirmek için. Anlamsız bir nakarattı: "Danaları danaları söylemeli / Şıkır şıkır, şıkır şıkır oynamalı." Birkaç adım atar, parmaklarını şıkırdatırdı. Nedense çok sevinirdim. Belki de sessiz, içine kapalı kişiliğinden hiç beklenmeyen bu hareket şaşırtırdı beni. Çok sonraları da onun ciddi görünümünden beklenmeyen renkli ve coşkulu çıkışları beni hep hayrete düşürmüştür. "İşimiz gırgır" diye dolaşmaları evin içinde, Redkit, Gırgır okuyuşları, "Yazdık, falanca sayfada" diye keyifle söylenişleri, yanlışlara, dikkatsizliklere "Her şeyin başı fizik" diye kızışları, surat asışları, odasına kapanışları, bir TV programım ilgisiz seyrederken birden çocukça neşelenişleri. Sonra içki sofralarındaki keyiflenişleri dostlarıyla, bazı akşam yemeklerinde anneme o gün yaşadıklarım anlatışı uzun uzun, yeni yazdığı bir şiirini okuyuşu... Onu biraz şaşkın, biraz hayran izlerdim.

Ayşe - Sıcaktan bunaldığımız yaz geceleri biraz olsun serinleyebilmek için deniz kenarındaki çay bahçesine veya yazlık sinemalara giderdik. Bazı filmlerde ağlayışlarını anımsıyorum babamın, ya da komik bir filme kendini kaptırıp çocuklaşarak. "Ayşe, bak" diye beni dürtüp kahkahalarla gülüşünü. Dönüşte yollarda durup sigara paketlerine bir şeyler karaladığını, ya da evlerden birinden yükselen bir şarkının sözünü diline dolayıp yol boyu mırıldandığını, bu sözün çağrışımlarıyla gözlerinin daldığını. Onun bu aşırı duygusallıklarını yakaladığımızı sezdiğinde hemen değiştiğini, kabuğuna çekildiğini anımsıyorum. Ve evde çok sık söylediği şu mısraı: "Susanlara hiçbir şey sormayınız!"

Selma - "Çocuklar gıdasız kalmasın!" Belleğimde en çok yer eden sözlerden biri de bu. Belki kendi çocukluğunun hastalıklarla, sıkıntılarla geçişiydi bu saplantının nedeni. "Bizim çocukluğumuz / Karanlık paslı..." Hastalıklarımız sırasında tedirgin ve sinirli olurdu. En çok bizim sevdiğimiz yiyecekler alınır, her şeyin en iyisi bize yedirilirdi. "Çarşılarda bir şey / Biz pek aramazdık çocuklar olmasaydı."

Ayşe - Camgöz sokağındaki küçük evden cadde üzerindeki bir apartman dairesine taşındığımızda ben 8 yaşındaydım. Babamın o eski evle ilgili duygularını çok sonraları anlayabildim. "Küçük ahşap bir dizi evlerdi / On yıl önce o sokak. / Sonra geniş caddelere çıktık / Apartman - sizden uzak." O küçük evde yaşarken algılayamadığım birçok şeyi babamın şiirlerinde görebildim. "Girer miydi evinize, yer miydi miydi / Turfanda bir meyve, iyi bir besin / Kalın kağıtlarda çöplerimiz / Çocuklar görüp imrenmesin!" Ablamla bana yedirilen çikolataları, muzları, çocukların sevdiği bütün güzel şeyleri o sokaktaki diğer çocuklarla paylaşamamış olmanın acısını en çok bu şiirlerle duydum yüreğimde. Babam o sokağı, o insanları hiçbir zaman unutamadı sanırım. "Bilinmedi, ne çare, sizdendik / Yalnız biraz daha iyi yaşamaya özlemli. / Şimdi aynı uzaklık, aynı utanç, / Düşündükçe o sokağı, o evleri."

Selma - Sabahları babamla okula gidişlerimizi anımsıyorum. Evde en erken kalkanın o olduğunu, çayı hazırlayıp bizi kaldırıncaya dek sabırla uğraştığını. Babam, kardeşim ve ben yola koyulurduk. Babam en önde koşarcasına yürürdü. Bir yandan da bir nakarat tuttururdu: "Şap gibi yandık, geç kaldık!" Bazen karlı kış günlerinde kaymamaya çalışarak, bazen kaldırımlara park etmiş arabalara söylenerek ilerlerdik evden durağa kadar. Çok sonraları yazdı bunun şiirini: "Sokaklarda gerçeğin yüzleri / Park etmiş kaç yüz kaldırımlarda / Bir yol / Bulmaya çabalar arabasız."

Ayşe - Babamın ölümünden birkaç yıl önce, çok istediğim bir şey gerçekleşti; onun karşı çıkmalarına rağmen eve bir kedi aldım: Mıcır. Babam, Mıcır'ı getirdiğim için bana kızıyor, ama onu çok da seviyordu, ikisinin arasında özel bir ilişki oluşmuştu sanki. Mıcırın koridorda oturup kapı aralığından kendisini gözetlemesinden şikayet ediyor, akşam yemeklerinden sonra onunla oynarken, "Ne yapalım, oynamak gerek bu gariple" diye söyleniyordu. Mıcır'ın varlığı ona hep acı verdi galiba. "Bir kedi akşamlar inerken / Durgunlaşır insan gibi, / Karnı tok, ama bakar üzgün / Açık kapı önünde gözleri gözlerimde / Sanki ben kapadım onu bu betonlara / Beni sorumlu tutar."

Selma - Bütün anılarım dönüp dolaşıp aynı vere geliyor. Babam masasının başında, ağzında sigarasıyla çalışırken. O çok zor alıştığı apartman dairesindeki uzun koridorun bitiminde yer alan çalışma odası. Yine kitaplar, raflara iliştirilmiş kağıtlarda notlar, kitapların önünde ufak şişeler, içlerinde raptiyeler, çiviler, düğmeler. Genellikle çalışırken yasak olan bu mekân, bana çok cazip görünürdü. Odanın kapısını aralar, ondan gelecek davetkâr bir bakışı sessiz, çekingen beklerdim. Yakaladım mı da süzülüverirdim içeri. Gözlüklerinin üzerinden şöyle bir bakar, daktilosunu tıklatmaya devam ederdi. Elimi sürmeden oraya buraya göz atardım. Biraz fazla kaldım mı "Ne yapıyorsun Selma?" derdi. Bu, "Çık, git artık" anlamına da gelebilirdi yerine göre. Anlardım. Gülümser, çıkardım.

Ayşe - Çalışırken babamı rahatsız etmememiz gerektiği, annemin bize ilk öğretmeye çalıştığı şeylerden biriydi. Ben, önceleri evin en küçüğü olduğum için uyamadım bu kurala, büyüdükten sonra da onunla birkaç dakikayı yalnız olarak paylaşmak isteği ağır bastı hep. Akşam yemekleri ailece paylaşılıyordu, oysa o ayaküstü konuşmalar yalnız ikimize aitti. Böyle düşünüyordum. Akşamları okuldan döndüğümde, koridordan onu masasının basında otururken görürdüm. Mıcır'la birlikte odaya girip kısaca o gün olup biteni anlatmak, babamın bir-iki kelimelik soruları, bazen yeni gelen kitap ve dergileri elime tutuşturması ve "Artık git" diyen bakışları. Hepsi bu kadardı. Ama benim için çok, çok güzeldi.

"Geldiklerinde gözleri önünde / Anıları yazıları önünde / Kışlar yazlar serince / Açık kapı. / Kaldırır başını koridor boyunca / Ölü gözü ampul / Gülümser yüzünde. / Bir kâğıt günleri bir kalem elinde / Bekler dönüşlerinizi / Hep böyle hatırlayın / Günü dolup ölünce."

Gösteri Dergisi, Mart 1984