Basından

1995

Necatigil Şiir Ödülü açıklandı

Şair Behçet Necatigil'in anısına düzenlenen Şiir Ödülü'nü, Osman Hakan A. "Gül Odası" adlı şiir kitabıyla kazandı. Fethi Naci başkanlığında, Adalet Ağaoğlu, Tahsin Yücel, Hilmi Yavuz, Doğan Hızlan, Cevat Çapan ve Rauf Mutluay'dan oluşan jürinin değerlendirmesi sonucu ödüle değer görülen Osman Hakan A., ödülünü 17 Nisan Pazartesi günü saat 18.30'da Yapı Kredi Sermet Çifter Kütüphanesi'nde yapılacak törenle alacak.

Kaynak: Milliyet, 11 Nisan 1995

1995 Behçet Necatigil Şiir Ödülü Osman Hakan A.'nın: "Okur 'Ben'imle buluşabilir"

Vural Bahadır Bayrıl

- Sevgili Hakan öncelikle jüriyi kutluyorum. Çok isabetli bir kararla bu yıl Behçet Necatigil Şiir Ödülü'nü "Gül Odası" kitabına verdiler. "Ödüllü" olmak nasıl oluyormuş?
- "Ödüllü" olmak nasıl oluyormuş?", bu soru bir kinâye-i vâzıha. Sanki bir uçurumun kenarında ya da bir kuyunun dibinde yeniden buluşmuşuz gibi sevindiğini; hatta avuçlarını birbirine sürterek, 'Kıs kıs' güldüğünü görüyorum.
Aslında haklısın, bu tam da öyle bir duruma benziyor. Bugün, ödüllü olmayı, daha doğrusu "Necatigil Ödüllü" olmayı çok daha iyi anlıyorum. Meğerse jüri, en az ödüllü olmak kadar zor bir işi yapıp; beni karanlık bir uçurumun kenarına kadar getirip bırakmış. Benimse, şiirin balmumundan kanatlarını, 'ateşten bir gömlek' gibi giyip, güneşe doğru uçup gitmekten başka bir çarem yok. Galiba, senin de, benim de, önümüzdeki tek yol, bu 'Uçmak' işi.
Necatigil'in "Bazen bir şair, tek şiirle bir başka şairin yüzlerce şiirini yok eder" deyişini anımsa; ne kadar ürkütücüdür. Ve "Gül Odası"ndaki şu dizeler:"Doymaz ki,..Zaman'ın Silgisi,..dağlar,../ kâğıtta gezen bütün harfleri/ çoktan ölmüş,..".
Bazen de şöyle düşünerek rahatlıyorum: Aslında yaşamayan insanların ve Zaman'ın birlikte oluşturduğu bir jüri ve bambaşka bir ödül var; bu tek ve gerçek ödül, şimdiye kadar hiç kimseye verilmedi; ve şanslar herkes için eşit. İşte böyle düşündüğümde, bütün ödüller, hatta "Necatigil Ödülü" bile silinip gidiveriyor; ve ben alabildiğine rahatlıyorum.
- Gül Odası, başta Farabî'den alıntıladığım fragmanda da işaret edildiği gibi bir "iç çekilişin" kitabı…. Şairin 'olduğu gibi olan' dünyadan, şiire ve öteki şairlerin 'olmadığı gibi kurulan' dünyasına doğru çıktığı bir tür gezinti ya da daha doğrusu bir 'iltica'… Sence, Şair'in elinden iltica etmekten başka ne gelebilir bu zamanda?
- Sevgili Baha, "Gül Odası" elbette bir içe çekilişin kitabı ama doğrusu, bu içe çekilişin, "Kültürel bir içe çekiliş" olduğunu da hemen belirtmeliyim.
Kullandığım bu "Kültür" kelimesinin, kişilere göre değişen farklı anlamları olacaktır. Ancak konumuz şiir; ve, şiirin herhangi bir "Kültür" olmadığını, burada bir kere daha söylememiz gerekiyor. Tabii bu "Kültür", bir ferdin, bir sınıfın ya da herhangi bir topluluğun kültüründen oldukça farklı, bir anlamda kültürler üstü bir şeydir.
Aslında ben, farklı yer ve zamanlarda yaşamış 'Lider'lerden oluşan, çok özel bir ailenin kültüründen söz etmeye çalışıyorum. İstersen bu liderlerden oluşan gruba bir 'Şiir Ailesi' diyelim. Hem bu şekilde, yalnızca şiire ait bir kültürün, bir hayat tarzının da yeşerdiği özel bir "Kültür" ortamından da söz etmiş oluruz.
Öyleyse, şiir, koskocama bir 'Adalar' ülkesidir. Genç şair, liderlerden oluşan bu Şiir Ailesi'nin parçalanması sonucu dışarıda kalmış bir üye olarak görmelidir kendini. Senin de belirttiğin gibi, şairin "Olduğu gibi olan" dünyadan, "Şiire ve öteki şairlerin 'Olmadığı gibi kurulan' dünyasına" kaçıp sığınması ve orada barınmasından başka bir yolu yoktur. Yani bu 'İltica', gerçek bir şair olabilmenin gerekli ve tek şartı gibidir.
- Her şairin kendine ait bir 'Gül Odası' vardır konukları zamanla değişse de. Senin bu "Gül Odası"ndaki konukların kimler?
- Az öce bir 'Şiir Ailesi' lafı ettik; ama bu ailenin bütün fertlerini birbirine bağlayan çok özel bir bağın var olduğundan söz etmedik. Bu, daha önce yaşamış, halen yaşayan; ve yarın yaşayacak ve hatta uzak bir gelecekte doğacak olanların bile varlığını sağlayan bir "Ruh Akrabalığı" bağıdır. Geçmişe duyulan bir tür 'Dinsel' saygı ve geleceğe karşı çok ciddi bir sorumluluğu içerir.
Necatigil, "Ben, diyen şairleri seviyorum." Derken; aslında, 'Ben'in bugün olduğunu işaret eder gibidir. Yani bir anlamda 'Ben' diyen şair, şiirin bugünüdür. Zaten "Gül Odası" da, "Ben, Biz ve O" diye bölümlenmez mi?
Barthes, "bir yazarın yazıları Tarih'in ve geleneğin baskısı altında belirlenir; bir yazı tarihi vardır." diye değiştirir; ve burada geçen 'Yazı' sözcüğünü de, 'Söz' anlamında kullanırsak, çok yanlış bir şey yapmış olmayız.
İşte "Gül Odası" , bir anlamda bu çok özel bağ nedeniyle yazılmış bir kitap; doğal olarak konukları da yakın ve uzak akrabalardan oluşuyor. Kimler mi: Farabi, H.Z. Uşaklıgil, Ö.B. Uşaklı, Zeliha Eylül, A.H. Tanpınar, H. Yavuz, Şeyh Galib, Fuzulî, Rilke, Nedim, Hz. Musa, Memduh Vasıfgil, Borges, İbn Zerhani veya O. Pamuk, B. Necatigil, A.M. Dıranas, A.H. Çelebi, Y. Kemal ve A. Haşim. Tabii bu saydığım isimler, "Gül Odası"nın 'Görünen' konuklarıdır; bir de 'Görünmeyen' konukları var; ama onların hepsinin ismini burada veremiyorum, bu isimleri bulup çıkarmayı dikkatli okurlara bırakıyorum.
- Senin şiirinde başından beri başat olan bir yan var: yapı…Tanıdığım, bildiğim genç şairler arasında 'yapı' meselesine bu kadar önem veren başka birini hatırlamıyorum. Neden bu "yapı"daki ısrar? (Buradaki yapı kavramını "strüktür" anlamında kullanıyorum.)
- Senin de iyi bildiğin gibi, içinde yaşadığımız yüzyıl dilbiliminin temel kavramı, şu sözünü ettiğim "Yapı" kavramıdır. Ve bu kavram daha pek çok bilim dalının esin kaynağını oluşturur; ve onların içinde çok önemli bir yerde durur.
Aslında 'Yapı'dan bahsettiğimizde, 'Bir Bütün'den bahsederiz. Bir bütünü oluşturan çeşitli öğelerden, bu öğelerin kendi aralarında kurdukları çeşitli ilişkilerden ve işlevlerden; kısacası, bir düzenden ve bir anlamda dizimsel bir 'Düzen'den söz ederiz.
Şiir, Dil'in temel gereci olan sözcükleri kullanır. Dil'in kendisiyse, zaten bir 'Yapı'dır. Saussure, " 'Sözcük' yerine 'Öğe'yi kullanınca, dizge kavramı gelir gözümün önüne" der. Bu yüzden bir şiir kitabı her şeyden önce bir 'Yapı'dır; Saussure'ü izleyerek söylersem 'Dizge'dir.
İşte bu Dizge/Yapı'yı oluşturan çeşitli karşıtlıklar ve çeşitli öğelerin kendi aralarında kurduğu ilişkiler vardır. Öğeler: İmge; Söyleyiş Anlatım; göstergelerin seçimi, bağdaştırılması ve onlardan çeşitli anlamlarda yararlanmak; çeşitli göndergesel anlamlar; yan anlamlar; ses öğelerinden yararlanmak; ölçü; ritm; noktalama imleri; biçim ve daha pek çok şeyden oluşur.
Ben aslında 'Yapı'ya ilişkin bir ısrarın peşinde değilim; yalnızca 'Şiir' yazmakta ısrarlıyım o kadar; ve bunun bir 'Yapı' kurmaktan başka bir yolunun olduğunu da sanmıyorum. Şairin işi, birçok parçayı yeni bir şekilde bir araya getirmektir. Kısaca bir "Estetik Kod" yaratmaktır. Bu ise yalnızca kendine ait bir Yapı'yı kurmakla mümkündür.
- İmla ile ne alıp veremediğin var? Kendine ait bazı imler kullanıyorsun şiirlerinde. Bunlar, senin şiirinin semantik yapılanmasında ne gibi işlev görüyorlar?
- Roland Barthes, bazı önemli bilgileri ayraç içinde verir; bu ona ait özel bir anlatım tekniğidir. Benimse, aslında, imla ile bir alıp veremediğim yok; özellikle kendime ait imlerim olsun diye de yaptığım bir şey değil bu. Bir ressamın, bir heykeltıraşın, hangi teknik ve malzemeyi kullandığını sorgulayabiliyor muyuz? "Şunu kullan, bunu kullanma!" diyebiliyor muyuz? Önemli olan, sonuçta ortaya çıkan 'Ürün'ün kendisi değil midir?
Peki benim şiirimdeki bu 'İmla' meselesi nedir? Önce 'İmla'ya, şiirimde dizenin nabzını düzenleyen bir tür 'Sempatik' ve 'Parasempatik' sistemler gibi baktığımı söylemeliyim. "Dizenin disiplinini sağlayan ritm"le ilgili bir durumdur bu.
Aslında ben Dize'yi, çeşitli öğelerin oluşturduğu bir 'Birleşim' olarak görürüm. Her öğe, kendisi gibi, aynı uzamda yer alan diğer öğeyi önceleyen ve sonralayan diğer öğelerle kurduğu ilişkilere göre 'Değer'ini bulur; ve yer aldığı Dize'ye bağlanır. Yine bu öğelerin oluşturduğu çağrışım alanlarından, çeşitli bağıntıların oluşturduğu ses ve anlam öbeklerinden söz edilebilir. Yani bir anlamda, bu öğeler ya da öbekler kendi aralarında sınıflandırılabilirler. Böyle bir çalışma yapıldığında, 'İmla'nın benim şiirimin 'Semantik' yapılanmasındaki işlevi daha açık bir şekilde görülebilir.
Zaman zaman dizeleri kırıp öğeleri parçalayarak, sözcükleri ve seslemleri birbirinden uzaklaştırmamı sözcükler arasında boşluklar bırakmamı bir dizeyi başka bir dizeye yakınlaştırabilmemi; öğelere 'özel' bir çekim alanı sağlayabilmemi; kısacası, anlamı 'Okuma'ya bağlayabilmemi sağlayan bir etkinliği, bir anlamda 'İmla'ya borçluyum diyebilirim.
Ayrıca 'İmla'nın dize içerisinde oluşturduğu boşluklar, bazen aynı şiir içindeki başka öğelerle veya başka şiirlerdeki başka başka öğelerle, okurun kendi istediği bir şekilde doldurulabilirler. Yani bağımsız olarak her 'Öğe', Okur'un zihninde kendine ait 'Çağrışımsal Alanlar' oluşturabilsin diye bırakılmış boşluklardır bunlar.
- Necatigil, "Şiir geçmişe atıflarla ilerler" diyordu. Gül Odası, Necatigil'in bu önermesi ışığında kurulmuş gibi görünüyor. Yoğun ve zincirleme bir atıflar yumağı Gül Odası… Hani, okura bu yumağı çözmesinde yardımcı olacak bazı ipuçları versen diyorum…
- Necatigil'in "Şiir geçmişe atıflarla ilerler" sözü üzerinde biraz durmalıyız. Ben bu sözü, hep metinler arası bir ilişki gibi algılamak isterim. Bu yüzden, her şiirsel metin, yalnızca şimdiki zamanda değil, geçmiş ve gelecek herhangi bir zaman diliminde de aynı tazelik ve güzelliği üzerinde taşır diye düşünürüm.
Başka bir anlamda, benim şiirlerimden onların şiirlerine ya da tam tersi onların şiirlerinden benim şiirlerime yapılan göndermeler (Atıflar) vardır; ve şiir için bu, son derece gerekli ve doğaldır.
Herhalde 'Okur'dan söz etmemizin vakti geldi artık. Henüz bana ait bir okurun olup olmadığını bilmiyorum. Benim için oldukça sıkıcı bir durum bu. "Gül Odası" denen yumağı açmak için, hangi ipucunu, nasıl verebilirim bilemiyorum? Bir kere sıradan okuru sevmiyoruz. Onlara niçin kendilerini ilgilendirmeyen ipuclarını vereyim? Bu yersiz bir gevezelik olmaz mı?
Gerçek okur içinse, "Görünmeyen söz sandığının 'görünen' anahtarları"nı ve bazı 'Anahtar Sözcükler'i, görülebilecek yerlere bıraktım, "Gül Odası"ndan, onları birer birer toplayıp, asıl ipuçlarını öğrenmek için 'Ben'imle buluşabilirler. Bence bu çok daha keyifli ve güzel.
- Barthes'dan yola çıkarak 'yazılan' bir şiirin olduğunu söylemek mümkün. Bu bağlamda 'Yazı', şiirin neresinde duru sence?
- 'Yazılan' (Belki de 'Yapılan') bir şiirin olduğunu söylemek elbette mümkün. Ama önce, şiire ait 'Yazı'nın ne olduğunu ve diğer yazı türlerinden gösterdiği farklılıkları konuşmak zorundayız.
Barthes, 'Yazı'yı, Dil ile Biçem arasındaki bilimsel bir gerçek olarak tanımlar. 'Dil'se "… sözün içinden geçen bir doğa gibidir." "Günümüzde bütün yazın bir dil sorunsalıdır" der. Ve bu noktada, yazını bir 'Nesne' olarak benimser. Böylece her 'yazı' yazan, "…yolunun üstünde bulduğu şu nesne-biçim karşısında bir evcilleştirme çabasına girer". Biçim bir "Nesne" gibi asılı durur gözlerinin önünde…
Öncelikle, Barthes'ı izleyerek 'Yazı'nın bir 'Dil' sorunsalı olduğunu; ve Dil'in bir 'Nesne' gibi benimsenmesi gerektiğini belirtmeliyim. Çünkü Yazı'da, Dil'in göstergeler dizgesini kullanır; tıpkı şiir gibi. Kelimeleri "Nesne-Sözcükler" gibi görünmelidir günümüze. Giderek şiirler ve bir şiir kitabının kendisi, bir tablo veya bir heykeli andıran plastik bir sanat eseri gibi durmalıdır karşımızda.
Böyle baktığımızda 'Yazı' parçalanmıştır; şiire ait bir Yazı'dan söz etmek, diğer yazıların tümünden ve herhangi bir yazıdan söz etmekten farklı bir şeydir artık. 'Yazı' dille şairin arasında bir bölgede istiridyenin içine düşen bir çiğ tanesi gibidir; 'Yazı' şiirin içinde bir yerde durur, ve zamanla olgunlaşıp, ağır ve iri güller gibi görünürler gözümüze.
- Her iyi şiir belli bir 'poetik omurga' etrafında biçimlenir. Senin şiirinin 'poetik omurgası' üzerine neler söylemek istersin?
- 92 Necatigil Ödülü'nü alman dolayısıyla, seninle Cumhuriyet Kitap Eki'nde yapmış olduğumuz söyleşide; ilk defa bu "Poetik Omurga" lafını edip, konuşmuştuk. O söyleşide şöyle demiştin: "Gerek belirtilme düzleminde, gerekse derin yapıda, tek tek şiirlerin anlamsal ve stilistlik boyutlarını aşan ve sonuçta onları büyük bir bütünün parçaları haline getiren bir örgü, bir ağ, bir terkip kurmak zorundasınız. İşte bu ağ/örgü/yapı ancak bir "Poetik Omurga" niteliğindedir.
Şiir bilgisi; algılama, yorumlama ve değerlendirme farklılığı bir şiir kurabilme yeteneği ve bilinçlilik durumu; dile hakim olmak; standart dilden kopmak; bir yapı kurabilme hüneri vb. şeylere, özel olarak eklemek istediğim tek bir şey var: "Dilbilim ve Çağdaş Dilbilim Kuramları"yla ilişkiler kurmak. Bütün bunlar benim şiiriminde "Poetik Omurga"sını oluşturur.

Kaynak: Cumhuriyet Kitap, sayı 278